2 Ekim 2015 Cuma

BELÂĞAT İLMİ ÇERÇEVESİNDE TANZİMAT DÖNEMİ VE DÖNEMİN BELÂĞAT LİTERATÜRÜNE KISA BİR BAKIŞ*

XIX. yüzyılın ortalarına doğru dinî, siyasî, askerî, ilmî, edebî, içtimaî ve kültürel bir buhranın anaforunda varlık mücadelesi veren Osmanlı Devleti, çoktandır içinde bulunduğu bu menfî durumun üstesinden gelebilecek bir reçete arayışına girmişti. Devletin ileri gelenlerinden kimi, Osmanlı’nın mevcûdiyetini müdafaa edebilmek üzere yeni düzenlemeler yapılması inancındaydı. Nihayet, 1 Temmuz 1839’da, Sultan II. Mahmûd’un vefâtı ve Sultan Abdulmecîd’in de tahta çıkışıyla, reform yanlısı Mehmed Hüsrev Paşa sadârete getirildi ve böylece reform taraftarlarının önü de açılmış oldu.
O sıralarda Londra büyükelçisi olan ve aynı zamanda hâriciye nâzırlığı görevini de yürüten diğer bir reform yanlısı Mustafa Reşit Paşa, yurda döndü ve çiçeği burnunda padişaha yeni düzenlemeler yapması hususunda telkinlerde bulundu. Bu tecrübeli ve etkin devlet adamının, 17 yaşındaki genç padişahı, yeni düzenlemeler yapması konusunda ikna etmesi çok zor olmadı. Çok geçmeden 3 Kasım 1839’da, birtakım yeni düzenlemeler ihtivâ eden üç sayfa tutarında bir fermân, mezkûr paşa tarafından saray müştemilâtı dâhilinde yer alan Gülhâne’de okunarak ilân edildi.
Batılı kaynaklarda “The Ottoman Reform” ifadeleriyle anılan bu fermân, Türk tarihi kaynaklarında; ilân edildiği yere atfen “Gülhâne Hatt-ı Şerîfi”, muhtevâsına atfen de “Tanzimât-ı Hayriyye” olarak adlandırılır. Daha sonraları bu fermânı, 18 Şubat 1856’da ilân edilen “Islahât Hatt-ı Humâyûnu” ve 1860 tarihli “Sultan Abdulazîz Fermânları” izleyecekse de Osmanlı’nın içinde bulunduğu durum, iyi tedkîk edilmeden ve ciddi bir çalışma süreci geçirilmeden, birkaç kişinin elinde şekillenen bu fermânların hiçbiri sadra şifa olmayacaktır.
Amacına ulaşmış olsun ya da olmasın, bu fermânlarla birlikte, birçok alanda olduğu gibi edebiyat sahasında da kimi değişim ve dönüşümlerin gerçekleştiği bir vâkıadır. Döneme adını veren “Tanzimât”, aynı dönemde varlık gösteren edebî duruşun da ismi olmuş ve bu fermâna şekil veren modern anlayış, edebiyat alanına da sirâyet ederek ona yeni bir veçhe kazandırmıştır. Bu sayede gelenekten yer yer ayrılsa da tamamen de kopamayan garip bir edebiyat tarzı oluşmuştur.
Ziyâ Paşa (1825-1880), Nâmık Kemâl (1840-1888), Ahmed Midhât Efendi (1844-1912), İbrâhim Şinâsi (1826-1871), Şemseddin Sâmi (1850-1904), Recâizâde Mahmûd Ekrem (1847-1914), Abdülhak Hâmid Tarhan (1852-1937), Sâmipaşazâde Sezâi (1860-1936), Ahmed Vefîk Paşa (1823-1891), Nâbizâde Nâzım (1862-1893), Drektör Ali Bey (1844-1899) ve Muallim Nâci (1850-1893) gibi isimler, bu dönemin edebiyat alanının meşhûr yazar ve şâirlerindendir.

I. Tanzîmât Edebiyatının Genel Özellikleri

Tanzîmât (تـنظيمات) kelimesi, Arapça tef‘îl formundaki tanzîm (تـنظيم) kelimesinin düzenli çokluğudur ve “م - ظ - ن” üçlü fiil kökünden türemiştir. Kök harfleri ile ilgili olmak üzere “düzenlemeler, reformlar” manasını ihtivâ eden sözcük, aynı zamanda bu düzenlemelerin yapıldığı dönemin ve bu dönemde şekillenen edebî anlayışın da ismi olarak kullanılagelmiştir.
Tanzimât edebiyatını Dr. Yıldız şu şekilde tarif eder: “Tanzimat devri edebiyatı, bir yandan, artık eski gücünü büyük ölçüde yitirmiş bulunan ‘eski edebiyat’a tepki; bir yandan da merkezi Fransa olan Batı’nın önümüze serdiği yeni değerlere ve bunların telkin ettiği sanat anlayışına özenme sonucu meydana gelmiş bir edebiyattır. Tepki, bazen, hakkaniyet sınırlarını aşan bir ‘red tavrı’nı; özenme ise, ölçüleri yerleşmemiş ‘peşin kabuller’i davet eder. Peşin redlerin de, peşin kabullerin de toplumu götüreceği yer bellidir.” (Yıldız, s. 25)
Tanzimat, bir taklidin edebiyatıdır. Yenilik olma iddiasıyla edebiyat tarihi sahnesine çıkan bu edebiyat, eskiye yönelik bir protesto hareketi olarak doğmuş ise de ondan kopmayı da becerememiş, eskiyi taklit etmek yerine Batı’yı taklit etmeyi maharet kabul etmiştir. Bu yönüyle o, taklit ettiği model edebiyatın farklılığıyla öncesinden ayrılır.
Tanzimat, bir değişim ya da diğer bir söyleyişle bir dönüşümün edebiyatıdır. Bu dönemde, edebiyatımız içinde yer almayan birçok edebî tür, ilk örneklerini vermek suretiyle Türk edebiyatı içerisinde varlık göstermeye başlamıştır. Makale, tiyatro, roman, hikâye ve anı gibi türler, Tanzimat’ın edebiyatımıza kazandırdığı yeni türlerdir.
Tanzimat, bir reddin edebiyatıdır. Eski olanı red, yeni olanı iktibâs; bu dönem edebiyatının bâriz özelliklerinden biridir. Bu ifrât girişimi, eşyanın “etkiye tepki” yasası gereğince bir tefrît hareketini doğurmuş, bunun neticesinde ise uzun süreli eski-yeni tartışmaları gündeme getirilmiştir.
Sonuç olarak Tanzimat; selefini reddeden, muasırını model alan, kimlik bunalımı yaşayan, özünden uzak, taklide dayalı ve çelişkilerle dolu bir özenti edebiyatıdır.

II. “Belâğat”, Nâm-ı Diğeriyle “Retorik” Nedir?

Belâğat (بـلاغة), Arapça bir kelimedir ve “غ - ل - ب” kökünden gelmektedir. Bu kök, Arap dili leksikonlarında “ulaşmak, son noktaya varmak, ergenlik çağına ulaşmak ve olgunlaşmak” şeklinde anlamlandırılır. Araplar; herhangi biri, istediği şeye ulaştığında “Beleğa’r-raculu murâdehû. / Adam, muradına erdi.” veya bir kervan herhangi bir şehre ulaştığında da “Beleğa’r-rakbu’l-medînete. / Kervan, şehre ulaştı.” derler. Ayrıca Araplar, lisânda olgunlaşmış ve güzel konuşmakta doruk noktasına ulaşmış bir kişiyi de “raculun belîğun / sanatlı ve hoş söz söyleyen kişi” ifadesiyle sıfatlandırırlar. Fıkıh kitaplarının ef‘âl-i mükellefîn bahislerinde ise fakîhler; bu kelimeyi, birçok ibâdet ve muamelât için “bulûğ”u şart koşarlarken “bir şahsın; çeşitli ibâdetlerle mükellef olacak çağa ermesi, bâliğ olması” manasında kullanırlar. 
Bir İlmu’l-Luğa ya da -şimdiki söylemiyle- dilbilim terimi olaraksa belâğat, “Mutâbekatu’l-kelâmi li-mukteda’l-hâli. / Kelâmın, hâlin gereğine mutâbık olmasıdır.” ya da “Mutâbekatu’l-kelâmi li-mukteda’l-hâli me‘a fesâhatihi. / Kelâmın, fesâhatıyla hâlin gereğine mutâbık olmasıdır.” şeklinde tarif edilir. Bu tanımlarda geçen “hâl” kavramı, “içinde bulunulan durum”a; “muktezâ” mefhûmu ise “hâl için gerekli olan şey”e işaret eder. Bu durumda belîğ bir kişi, “durumun gereklerine göre yerinde, güzel ve kusursuz söz söyleme melekesi kesbetmiş şahıs” demektir.
Batı dillerinde, belâğat terimine karşılık olmak üzere “rhétorique” kelimesi kullanılır. Bu kelime, Yunanca “rhētorikos (ῥητορικός) / hitâbet” sözcüğünden gelmektedir. Mezkûr kelimeyi oluşturan kelimelerden rhētōr (ῥήτωρ), “hâtib, söylevci”; erô (ἐρῶ) ise “konuşmak” demektir.
Hitâb söz konusu olunca ortada mutlaka bir hâtib (ethos) bir de muhâtab (pathos) vardır. Hâtib; hitâbını, muhâtabına muktezâ-i hâle mutâbık bir fesâhatle gerçekleştirebilmişse belâğat örneği sergilemiş olur.  
      
II. Tanzimat Döneminde Bazı Retorik Tartışmalar

Tanzimat, “eski-yeni” tartışmaları içinde retorik tartışmaların da sahnesi olmuştur. Bu dönemde; geleneği koyu çizgilerle reddeden ve eleştiren sanatçılar olduğu gibi, yüceltip yeni olanı eleştiri yağmuruna tutan sanatçılar da bulunmuştur. Özellikle de modernite yanlısı Recâizâde Mahmûd Ekrem ve gelenekçi Muallim Nâci arasında vâki olan “abes-muktebes” ya da “Zemzeme-Demdeme” tartışması; uzun zaman edebî mecmuaların köşe yazılarının ana konusunu teşkîl etmiş ve devletin müdahalesine kadar, yer yer seviyesizleşen bir tarzda cereyan eden bir münakaşa zemini oluşturmuştur. 
Recâizâde Mahmûd Ekrem’in üçüncü Zemzeme (hoş âvâz) mukaddimesini kaleme almasından sonra şiddetlenen tartışmalar, bu esere bir reddiye olmak üzere Muallim Naci tarafından yazılan Demdeme (sinek vızıltısı) adlı eserle daha da büyür. Dönemin tartışma konusu ise “kâfiye, göz için midir yoksa kulak için mi?” şeklindedir.
“Malûmât” adı verilen bir dergide, dönemin genç şâirlerinden biri olan Hasan Asaf’ın, “Burhân-ı Kudret” adlı bir şiiri yayımlanır. Derginin yazarlarından biri olan Mehmed Tâhir ise mezkûr şiirde geçen bir beytin kâfiye düzenini, düştüğü bir notla eleştirir ve ancak Arap alfabesine göre aynı ses ya da hareke değerlerinin kâfiye şartlarına uyabileceğini söyler. Tartışma konusu olan beyit şudur:

“Zerre-i nûrundan iken muktebes
Mihr ü mehe etmek işâret abes”
           
            Bu beytin son kelimelerinden muktebes (مقـتبس)’in son harfi “س”, abes (عـبث) kelimesinin son harfi ise “ث”dir. Bu seslerden “س” Arapçada ıslıklı (sibilant) bir konson iken “ث” sesi peltek-dişsil (interdental) bir ünsüzdür. Buna karşın Osmanlı Türkçesinde her ikisi de aynı ses değerine (s) sahiptir. İşte buradan hareket eden Hasan Asaf, Recâizâde’nin “Kâfiye sem‘ (işitme) içindir, basar (görme) için değildir.” sözünü de referans alarak kendini savunur. Tartışmaya Ekrem’in de katılmasıyla ortalık iyice karışır.
            Hâsılı, Tanzimat edebiyatında retorik tartışmalar; eski usulleri tanımayan yenilikçilere, kadîm usul taraftarlarının verdiği cevaplar merkezli olmuş ve pratikte hiçbir fayda sağlamamıştır. Bununla birlikte bu mevzu, edebi makaleleri, layık olduğundan daha uzunca bir süre işgal edebilmiştir.

III. Tanzimât’ın Belâğat Eserleri ve “Belâğat-i Osmâniyye”

            Osmanlı’da, Türkçenin de belâğatı olabileceğine dair teorinin Sultan II. Mahmûd döneminde Ahmed Cevdet Paşa’yla pratize edildiğini söyleyebiliriz. O döneme değin, Osmanlı edebiyatı içerisinde yer alan belâğat kitaplarının hemen hepsi, Arap lisânının belîğ yönlerini ifade ve izaha yöneliktir. Türkçenin belîğ yönlerini anlatan bir belâğat eserine ise pek rastlanmaz. Gerçi Tanzimat’ın yeni nesil okullarında okutulmak üzere Ahmed Hamdî’nin 1876’da basılan “Belâğat-ı Lisân-ı Osmânî”si daha mukaddemdir lakin Ahmed Cevdet’in 1881’de fasiküller halinde, 1882’de ise kitap halinde basılan “Belâğat-i Osmâniyye”si belâğat literatürü adına bir dönüm noktası olmuştur.
Belâğat-i Osmâniyye, müellifinin Mekteb-i Hukuk’ta verdiği belâğat derslerinin bir araya toplanmasıyla vücut bulmuştur. Kendinden sonra yazılacak olan belâğat kitaplarına model teşkil eden bu kitap, basımı gerçekleştirildikten iki sene sonra Hacı İbrahim Efendi tarafından şerh edilecek kadar ehemmiyetli bulunmuş ve “Şerh-i Belâğat” adlı eserle ilk kez 1884’te eseri izah eden bir şerh kaleme alınmıştır. Ayrıca bu güzel eser, Profesör Karabey ve Profesör Atalay tarafından da transkribe edilmiştir.
Türkçenin belâğat vecihlerinin mükemmelen izah edildiği eseri takiben Tanzimat’ta birçok belâğat kitabı da neşredilmiştir. Bunlardan bazıları ise şunlardır:

  1. Recâizâde Mahmûd Ekrem, Tedrîsât-ı Edebiyye,
  2. Abdurrahmân Fehmî, Tedrîsât-ı Edebiyye,
  3. Abdurrahmân Süreyyâ, Mizânu’l-Belâğa ve Sefîne-i Belâğat,
  4. Diyarbekirli Said Paşa, Mizânu’l-Edeb,
  5. Hacı İbrahim Efendi, Edebiyyât-ı Osmâniyye,
  6. Ali Nazîf, Zînetu’l-Kelâm,
  7. Muallim Nâci, Istılâhât-ı Edebiyye,
  8. İbradalı Mehmed Şükrü, İlm-i Belâğat.

Kitâbiyât

  • Ahmed Cevdet Paşa, Belâğat-ı Osmâniyye, Dersaâdet, İstanbul, 1323.
  • Akdemir, Hikmet, Belâğat Terimleri Ansiklopedisi, Nil Yay., İzmir, 1999.
  • Bolelli, Nusreddin, Belâgat Kur’ân Edebiyatı, Rağbet Yay., İstanbul, 2000.
  • Dağlar, Abdülkadir, “Hacı İbrahim Efendi’nin ‘Şerh-i Belâğat’i”, Turkish Studies, c. 2-4, Sonbahar, 2007.
  • İbn Manzûr, Lisânu’l-‘Arab, , nşr. ‘Abdullâh ‘Alî el-Kebîr ve dğr., Dâru’l-Me‘ârif, Kahire, tsz.
  • Muallim Nâci, Istılâhât-ı Edebiyye, nşr. M. Ali Yekta Saraç, Gökkubbe, 2004.
  • Uzun, Tacettin ve dğr., Anlatımlı Belâğat, Sebat Ofset, Konya, 2008.
  • Yıldız, Saadettin, Tanzimat Dönemi Edebiyatı, Nobel Yay., Ankara, 2006.






* Ur Dergisi’nde yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder