XIX. yüzyılın
ortalarına doğru dinî, siyasî, askerî, ilmî, edebî, içtimaî ve kültürel bir
buhranın anaforunda varlık mücadelesi veren Osmanlı Devleti, çoktandır içinde
bulunduğu bu menfî durumun üstesinden gelebilecek bir reçete arayışına
girmişti. Devletin ileri gelenlerinden kimi, Osmanlı’nın mevcûdiyetini müdafaa
edebilmek üzere yeni düzenlemeler yapılması inancındaydı. Nihayet, 1 Temmuz
1839’da, Sultan II. Mahmûd’un vefâtı ve Sultan
Abdulmecîd’in de tahta çıkışıyla, reform yanlısı Mehmed Hüsrev Paşa sadârete getirildi ve böylece reform
taraftarlarının önü de açılmış oldu.
O sıralarda Londra
büyükelçisi olan ve aynı zamanda hâriciye nâzırlığı görevini de yürüten diğer
bir reform yanlısı Mustafa Reşit Paşa,
yurda döndü ve çiçeği burnunda padişaha yeni düzenlemeler yapması hususunda
telkinlerde bulundu. Bu tecrübeli ve etkin devlet adamının, 17 yaşındaki genç
padişahı, yeni düzenlemeler yapması konusunda ikna etmesi çok zor olmadı. Çok
geçmeden 3 Kasım 1839’da, birtakım yeni düzenlemeler ihtivâ eden üç sayfa
tutarında bir fermân, mezkûr paşa tarafından saray müştemilâtı dâhilinde yer
alan Gülhâne’de okunarak ilân edildi.
Batılı kaynaklarda “The
Ottoman Reform” ifadeleriyle anılan bu fermân, Türk tarihi kaynaklarında; ilân
edildiği yere atfen “Gülhâne Hatt-ı Şerîfi”, muhtevâsına atfen de “Tanzimât-ı
Hayriyye” olarak adlandırılır. Daha sonraları bu fermânı, 18 Şubat 1856’da ilân
edilen “Islahât Hatt-ı Humâyûnu” ve 1860 tarihli “Sultan Abdulazîz Fermânları”
izleyecekse de Osmanlı’nın içinde bulunduğu durum, iyi tedkîk edilmeden ve
ciddi bir çalışma süreci geçirilmeden, birkaç kişinin elinde şekillenen bu fermânların
hiçbiri sadra şifa olmayacaktır.
Amacına ulaşmış olsun
ya da olmasın, bu fermânlarla birlikte, birçok alanda olduğu gibi edebiyat
sahasında da kimi değişim ve dönüşümlerin gerçekleştiği bir vâkıadır. Döneme
adını veren “Tanzimât”, aynı dönemde varlık gösteren edebî duruşun da ismi
olmuş ve bu fermâna şekil veren modern anlayış, edebiyat alanına da sirâyet
ederek ona yeni bir veçhe kazandırmıştır. Bu sayede gelenekten yer yer ayrılsa
da tamamen de kopamayan garip bir edebiyat tarzı oluşmuştur.
Ziyâ
Paşa (1825-1880),
Nâmık Kemâl (1840-1888), Ahmed Midhât
Efendi (1844-1912), İbrâhim Şinâsi (1826-1871), Şemseddin Sâmi (1850-1904), Recâizâde Mahmûd Ekrem (1847-1914), Abdülhak Hâmid Tarhan (1852-1937), Sâmipaşazâde Sezâi (1860-1936), Ahmed Vefîk Paşa (1823-1891), Nâbizâde Nâzım (1862-1893), Drektör Ali Bey (1844-1899) ve Muallim Nâci (1850-1893) gibi isimler, bu dönemin edebiyat
alanının meşhûr yazar ve şâirlerindendir.
I.
Tanzîmât Edebiyatının Genel Özellikleri
Tanzîmât
(تـنظيمات) kelimesi, Arapça tef‘îl formundaki tanzîm
(تـنظيم) kelimesinin düzenli çokluğudur ve “م - ظ - ن”
üçlü fiil kökünden türemiştir. Kök harfleri ile ilgili olmak üzere
“düzenlemeler, reformlar” manasını ihtivâ eden sözcük, aynı zamanda bu
düzenlemelerin yapıldığı dönemin ve bu dönemde şekillenen edebî anlayışın da
ismi olarak kullanılagelmiştir.
Tanzimât edebiyatını
Dr. Yıldız şu şekilde tarif eder: “Tanzimat
devri edebiyatı, bir yandan, artık eski gücünü büyük ölçüde yitirmiş bulunan
‘eski edebiyat’a tepki; bir yandan da merkezi Fransa olan Batı’nın önümüze
serdiği yeni değerlere ve bunların telkin ettiği sanat anlayışına özenme sonucu
meydana gelmiş bir edebiyattır. Tepki, bazen, hakkaniyet sınırlarını aşan bir
‘red tavrı’nı; özenme ise, ölçüleri yerleşmemiş ‘peşin kabuller’i davet eder.
Peşin redlerin de, peşin kabullerin de toplumu götüreceği yer bellidir.”
(Yıldız, s. 25)
Tanzimat, bir taklidin edebiyatıdır. Yenilik olma
iddiasıyla edebiyat tarihi sahnesine çıkan bu edebiyat, eskiye yönelik bir
protesto hareketi olarak doğmuş ise de ondan kopmayı da becerememiş, eskiyi
taklit etmek yerine Batı’yı taklit etmeyi maharet kabul etmiştir. Bu yönüyle o,
taklit ettiği model edebiyatın farklılığıyla öncesinden ayrılır.
Tanzimat, bir değişim ya da diğer bir söyleyişle bir dönüşümün edebiyatıdır. Bu dönemde,
edebiyatımız içinde yer almayan birçok edebî tür, ilk örneklerini vermek
suretiyle Türk edebiyatı içerisinde varlık göstermeye başlamıştır. Makale,
tiyatro, roman, hikâye ve anı gibi türler, Tanzimat’ın edebiyatımıza
kazandırdığı yeni türlerdir.
Tanzimat, bir reddin edebiyatıdır. Eski olanı red,
yeni olanı iktibâs; bu dönem edebiyatının bâriz özelliklerinden biridir. Bu ifrât girişimi, eşyanın “etkiye tepki”
yasası gereğince bir tefrît
hareketini doğurmuş, bunun neticesinde ise uzun süreli eski-yeni tartışmaları gündeme getirilmiştir.
Sonuç olarak Tanzimat;
selefini reddeden, muasırını model alan, kimlik bunalımı yaşayan, özünden uzak,
taklide dayalı ve çelişkilerle dolu bir özenti edebiyatıdır.
II.
“Belâğat”, Nâm-ı Diğeriyle “Retorik” Nedir?
Belâğat
(بـلاغة), Arapça bir kelimedir ve “غ - ل
- ب” kökünden gelmektedir. Bu kök, Arap dili
leksikonlarında “ulaşmak, son noktaya varmak, ergenlik çağına ulaşmak ve
olgunlaşmak” şeklinde anlamlandırılır. Araplar; herhangi biri, istediği şeye
ulaştığında “Beleğa’r-raculu murâdehû. / Adam, muradına erdi.” veya bir kervan
herhangi bir şehre ulaştığında da “Beleğa’r-rakbu’l-medînete. / Kervan, şehre
ulaştı.” derler. Ayrıca Araplar, lisânda olgunlaşmış ve güzel konuşmakta doruk
noktasına ulaşmış bir kişiyi de “raculun belîğun / sanatlı ve hoş söz söyleyen
kişi” ifadesiyle sıfatlandırırlar. Fıkıh kitaplarının ef‘âl-i mükellefîn bahislerinde ise fakîhler; bu kelimeyi, birçok
ibâdet ve muamelât için “bulûğ”u şart koşarlarken “bir şahsın; çeşitli ibâdetlerle
mükellef olacak çağa ermesi, bâliğ olması” manasında kullanırlar.
Bir İlmu’l-Luğa ya da -şimdiki söylemiyle- dilbilim
terimi olaraksa belâğat, “Mutâbekatu’l-kelâmi
li-mukteda’l-hâli. / Kelâmın, hâlin gereğine mutâbık olmasıdır.” ya da
“Mutâbekatu’l-kelâmi li-mukteda’l-hâli me‘a fesâhatihi. / Kelâmın, fesâhatıyla
hâlin gereğine mutâbık olmasıdır.” şeklinde tarif edilir. Bu tanımlarda geçen
“hâl” kavramı, “içinde bulunulan durum”a; “muktezâ” mefhûmu ise “hâl için
gerekli olan şey”e işaret eder. Bu durumda belîğ bir kişi, “durumun gereklerine
göre yerinde, güzel ve kusursuz söz söyleme melekesi kesbetmiş şahıs” demektir.
Batı
dillerinde, belâğat terimine karşılık
olmak üzere “rhétorique” kelimesi
kullanılır. Bu kelime, Yunanca “rhētorikos (ῥητορικός)
/ hitâbet” sözcüğünden gelmektedir. Mezkûr kelimeyi oluşturan kelimelerden
rhētōr (ῥήτωρ), “hâtib, söylevci”; erô (ἐρῶ) ise “konuşmak” demektir.
Hitâb söz konusu olunca ortada mutlaka bir hâtib (ethos) bir de muhâtab
(pathos) vardır. Hâtib; hitâbını, muhâtabına muktezâ-i hâle mutâbık bir
fesâhatle gerçekleştirebilmişse belâğat örneği sergilemiş olur.
II.
Tanzimat Döneminde Bazı Retorik Tartışmalar
Tanzimat,
“eski-yeni” tartışmaları içinde retorik tartışmaların da sahnesi olmuştur. Bu
dönemde; geleneği koyu çizgilerle reddeden ve eleştiren sanatçılar olduğu gibi,
yüceltip yeni olanı eleştiri yağmuruna tutan sanatçılar da bulunmuştur.
Özellikle de modernite yanlısı Recâizâde Mahmûd Ekrem ve gelenekçi Muallim Nâci
arasında vâki olan “abes-muktebes” ya da “Zemzeme-Demdeme” tartışması; uzun
zaman edebî mecmuaların köşe yazılarının ana konusunu teşkîl etmiş ve devletin
müdahalesine kadar, yer yer seviyesizleşen bir tarzda cereyan eden bir münakaşa
zemini oluşturmuştur.
Recâizâde Mahmûd
Ekrem’in üçüncü Zemzeme (hoş âvâz) mukaddimesini
kaleme almasından sonra şiddetlenen tartışmalar, bu esere bir reddiye olmak
üzere Muallim Naci tarafından yazılan Demdeme
(sinek vızıltısı) adlı eserle daha da büyür. Dönemin tartışma konusu ise
“kâfiye, göz için midir yoksa kulak için mi?” şeklindedir.
“Malûmât” adı verilen
bir dergide, dönemin genç şâirlerinden biri olan Hasan Asaf’ın, “Burhân-ı
Kudret” adlı bir şiiri yayımlanır. Derginin yazarlarından biri olan Mehmed
Tâhir ise mezkûr şiirde geçen bir beytin kâfiye düzenini, düştüğü bir notla
eleştirir ve ancak Arap alfabesine göre aynı ses ya da hareke değerlerinin
kâfiye şartlarına uyabileceğini söyler. Tartışma konusu olan beyit şudur:
“Zerre-i nûrundan iken
muktebes
Mihr ü mehe etmek
işâret abes”
Bu
beytin son kelimelerinden muktebes (مقـتبس)’in
son harfi “س”, abes (عـبث)
kelimesinin son harfi ise “ث”dir. Bu seslerden “س” Arapçada ıslıklı (sibilant) bir konson iken “ث”
sesi peltek-dişsil (interdental) bir
ünsüzdür. Buna karşın Osmanlı Türkçesinde her ikisi de aynı ses değerine (s)
sahiptir. İşte buradan hareket eden Hasan Asaf, Recâizâde’nin “Kâfiye sem‘
(işitme) içindir, basar (görme) için değildir.” sözünü de referans alarak
kendini savunur. Tartışmaya Ekrem’in de katılmasıyla ortalık iyice karışır.
Hâsılı,
Tanzimat edebiyatında retorik tartışmalar; eski usulleri tanımayan yenilikçilere,
kadîm usul taraftarlarının verdiği cevaplar merkezli olmuş ve pratikte hiçbir
fayda sağlamamıştır. Bununla birlikte bu mevzu, edebi makaleleri, layık
olduğundan daha uzunca bir süre işgal edebilmiştir.
III.
Tanzimât’ın Belâğat Eserleri ve “Belâğat-i Osmâniyye”
Osmanlı’da,
Türkçenin de belâğatı olabileceğine dair teorinin Sultan II. Mahmûd döneminde
Ahmed Cevdet Paşa’yla pratize edildiğini söyleyebiliriz. O döneme değin,
Osmanlı edebiyatı içerisinde yer alan belâğat kitaplarının hemen hepsi, Arap
lisânının belîğ yönlerini ifade ve izaha yöneliktir. Türkçenin belîğ yönlerini
anlatan bir belâğat eserine ise pek rastlanmaz. Gerçi Tanzimat’ın yeni nesil
okullarında okutulmak üzere Ahmed Hamdî’nin 1876’da basılan “Belâğat-ı Lisân-ı
Osmânî”si daha mukaddemdir lakin Ahmed Cevdet’in 1881’de fasiküller halinde,
1882’de ise kitap halinde basılan “Belâğat-i Osmâniyye”si belâğat literatürü
adına bir dönüm noktası olmuştur.
Belâğat-i
Osmâniyye, müellifinin Mekteb-i Hukuk’ta verdiği belâğat
derslerinin bir araya toplanmasıyla vücut bulmuştur. Kendinden sonra yazılacak
olan belâğat kitaplarına model teşkil eden bu kitap, basımı
gerçekleştirildikten iki sene sonra Hacı İbrahim Efendi tarafından şerh
edilecek kadar ehemmiyetli bulunmuş ve “Şerh-i Belâğat” adlı eserle ilk kez
1884’te eseri izah eden bir şerh kaleme alınmıştır. Ayrıca bu güzel eser,
Profesör Karabey ve Profesör Atalay tarafından da transkribe edilmiştir.
Türkçenin belâğat
vecihlerinin mükemmelen izah edildiği eseri takiben Tanzimat’ta birçok belâğat
kitabı da neşredilmiştir. Bunlardan bazıları ise şunlardır:
- Recâizâde
Mahmûd Ekrem, Tedrîsât-ı Edebiyye,
- Abdurrahmân
Fehmî, Tedrîsât-ı Edebiyye,
- Abdurrahmân
Süreyyâ, Mizânu’l-Belâğa ve Sefîne-i Belâğat,
- Diyarbekirli
Said Paşa, Mizânu’l-Edeb,
- Hacı
İbrahim Efendi, Edebiyyât-ı
Osmâniyye,
- Ali Nazîf, Zînetu’l-Kelâm,
- Muallim
Nâci, Istılâhât-ı Edebiyye,
- İbradalı
Mehmed Şükrü, İlm-i Belâğat.
Kitâbiyât
- Ahmed
Cevdet Paşa, Belâğat-ı Osmâniyye,
Dersaâdet, İstanbul, 1323.
- Akdemir,
Hikmet, Belâğat Terimleri Ansiklopedisi,
Nil Yay., İzmir, 1999.
- Bolelli,
Nusreddin, Belâgat Kur’ân Edebiyatı,
Rağbet Yay., İstanbul, 2000.
- Dağlar,
Abdülkadir, “Hacı İbrahim Efendi’nin ‘Şerh-i Belâğat’i”, Turkish Studies, c. 2-4, Sonbahar,
2007.
- İbn Manzûr,
Lisânu’l-‘Arab, , nşr. ‘Abdullâh
‘Alî el-Kebîr ve dğr., Dâru’l-Me‘ârif, Kahire, tsz.
- Muallim
Nâci, Istılâhât-ı Edebiyye, nşr.
M. Ali Yekta Saraç, Gökkubbe, 2004.
- Uzun,
Tacettin ve dğr., Anlatımlı Belâğat,
Sebat Ofset, Konya, 2008.
- Yıldız,
Saadettin, Tanzimat Dönemi Edebiyatı,
Nobel Yay., Ankara, 2006.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder