İNANAN GENCİN MANİFESTOSU*
Müslüman Gençler!
Biliniz ve bilirsiniz ki; sizdeki gençlik ebedî değil, bilakis gelip
geçicidir! Hayatınız dahi öyledir. Ölüm denen davetsiz misafirin, hânenizi
teşrîf saati ise bilinmezdir. Hem geldiğinde ona “Git!” demek ihtimâl dâhilinde
bile değildir. Madem durum böyledir, o halde sizleri hâlâ gayr-ı meşrû dâirenin
birer mensûbu olmaya sevkeden talihsiz âmil nedir? Neden fânî olan bir hayatın,
yine fânî olan zevk ve istekleriyle üç-beş sene gençliğinize mukâbil ebedî bir
hayatınızı, ademe inkılâp ile yok etmektesiniz? Ahsen-i takvîm veçhiyle ve
Sırât-ı Mustakîm üzere yaşayarak, melekleri bile kendinize imrendirecek bir
mertebeye ve tabiî A’lâ-yı İlliyyîn’e yükselebilecek kabiliyete mâlikken;
esfel-i sâfilîn çukuruna yuvarlanmak sûretiyle, şeytânlara taş çıkaracak bir
hâlin zavallı mümessillerine dâhil olmayı tercih etmeniz neye binâendir?
Unutmayın ki sizler de herkes gibi Yüce Yaradan’a kul olmak ve O (celle
celâluh)’nun dînine hizmet etmek için yaratıldınız, nefsinizi ilâh edinip de
ona tapınmak için değil! Nefisleriniz ve nefislerimiz her şeyden ednâ ve buna
karşın vazîfelerimiz ise her şeyden a’lâ ve muallâdır. Sizleri, bizleri ve
bütün insanlığı, vazîfelerimizin ağır yüküne rağmen sâhil-i selâmete çıkaracak
olan şaşmaz düstûrlarımız vardır. Değersiz hayatımız; ancak bu değerler
manzûmesine uymakla, değerler ötesi bir değer kazanacaktır:
1.
İlk olarak; yol haritamız, Allâh (celle celâluh)’ın
kitabı Kur’ân’dır. Zira O; “Biz,
Kur’ân’ı mü’minler için bir şifâ ve rahmet olarak indiriyoruz.”[1]
kelâmı mucibince bütün bir hastalıklarımızın şifâsı, “Şüphesiz ki bu Kur’ân, en doğru
yola hidâyet eder.”[2]
âyet-i kerîmesinin şehâdetiyle de şaşmaz hidâyet rehberimizdir. Her işimizde
ilk olarak O’na müracaatımız elzem, O’nun hükümlerine sıkı sıkıya
bağlılığımızsa vazgeçilmez ödevimizdir. Îmânımızı aydınlatmada biricik
meş’alemiz, kalbimizi doğrultmada yegâne mesnedimiz, sözümüzü düzeltmede en
güzel cevherimiz, özümüzü yüceltmede en derin mektebimiz, gözümüzü sakınmada en
şedît mürebbimiz, nefsimizi köreltmede en mühim mürşidimiz, yolumuzu bulmamızda
manevî reçetemiz, ihânet kabul etmez meşrebimiz ve mezhebimiz Kur’ân’dır. O’nun
ahlâkıyla ahlâklanmak ve O’nun va’zettiği ahkâma boyun eğmek mesleğimizdir. Müslüman
hayatının merkezi, vahiy ve dolayısıyla da Kur’ân-ı Kerîm’dir.
2. İkinci olarak; mürşidimiz, Rasûl-i Zîşân Efendimiz
(aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm)’dir. Zira O (aleyhi ekmelu’t-tehâyâ); “Ümmîlere, içlerinden, kendilerine Allâh
(celle celâluh)’ın âyetlerini okumak, onları temizlemek, onlara Kitâb’ı ve
hikmeti öğretmek üzere gönderilen”[3]
bir peygamberdir. “Vahy-i ğayrı metluv / okunmayan vahiy” nâmı verilen sünnet-i
seniyyelerine; ister kavlî (sözlü), ister fiilî ve isterse de takrîrî (kabule
dayalı) olsun kayıtsız ve şartsız ittiba, en mühim vazifelerimizdendir. Çünkü O
(sallallâhu aleyhi ve alâ âlihi ve sahbihi ve sellim), “Hevâdan konuşmayan”[4]
bir elçidir. Buna göre O (aleyhi’s-selâm)’nun emirlerinden yüz çevirmek yâhut
da emirlerinden herhangi birine karşı kayıtsız kalmak söz konusu bile değildir.
Nitekim Allâh (subhânehu ve teâlâ) böyle bir profil çizen yaratıklarına şu
şekilde mukâbele etmektedir: “Peygamberin emrine aykırı hareket edenler,
başlarına büyük bir felâketin gelmesinden veya kendilerine çok acıklı bir azâbın
isâbet etmesinden sakınsınlar!”[5] Bu noktada temel iki
kaynağımız olan Kur’ân ve Sahîh Sünnet karşısındaki duruşumuz, ancak “İşittik ve itâat ettik!”[6] söz ve ikrârıdır. Bundan
başkaca bir tavrın mümessili olmak, biz samimî mü’min ve müslimler için
muhaldir!
3. Üçüncü olarak; zulmetlere boğulmuş dünyamızı nûra
kalbedecek olan yegâne meş’alemiz îmânımızdır. Îmân; en âli bir mertebe, en sâdık bir dost ve en
hayatî bir mesele olarak karşımızda durmaktadır. Denilebilir ki îmân; en
açılmaz kapılar için sihirli bir anahtar, en onulmaz yaralar için büyülü bir
merhem, en unutulmaz acılar için tılsımlı bir tesellî, insî ve cinnî en kavî
düşmanları ve kan yiyen canavarları yere sermede tesîrli bir silah, günah
çöllerinin susamış sîneleri için kanılmaz bir âb-ı hayat ve “yitirilmiş
cennetler”e vâsıl olmada en büyük bir vesîle-i mübârekedir. Ona sahip olan,
hiçbir şey kaybetmemiş; ona mâlik bulunmayan ise her şeyini kaybedivermiştir.
Îmânın nûr ve ziyâsıyla yolunu aydınlatan her bir sâlik için Kur’ân’ın muştusu
ise şu mübârek elfâz olmuştur: “Gerçek şu
ki mü’minler kurtuluşa ermişlerdir.”[7]
4. Dördüncü olarak;hakîkat yolunda en mühim
araçlarımızdan biri de “akl-ı selîm”dir. Fikren olgunlaşmak ve yaratılışın sırrını kavramak
için “tezekkür, tedebbür, teakkul, tefekkuh ve tefekkür” kadrosunu canlı tutmak,
seyr-i sülûk-i rabbânîde kat edeceğimiz en mühim merhalelerdendir. Bütün bir
düşünme eylemimiz içinde, her biri ayrı bir değeri ifade eden bu anahtar
sözcükler, kemâlâtımızın azîz nişanlarıdır. Bizler; tezekkür ile mâzîmizi (geçmiş), tedebbür ile âtimizi (gelecek), teakkul ile geçmiş ve gelecek mefhûmlarımız arasındaki bağı, tefakkuh ile bütün bu zaman dilimlerimiz arasındaki bağdan yola çıkarak hâl
(şimdi) ile ilgili neticeler çıkarmadaki melekemizi ve nihâyet tefekkür ile de düşünce sistemimize ait olan bütün bu süreçleri, sağlıklı bir
biçimde inşâ etmek ve düşünce ufkumuzun bembeyaz dantelalarını örmekle
mükellefiz. Bununla birlikte biz, düşünme eylemimizi, “Cogito ergo sum! / Düşünüyorum öyleyse varım!” gibi bir ilkeden hareketle “varlığımızın merkezi”ne
koymaz; bunun aksine “Credo ergo
sum! / İnanıyorum
öyleyse varım!”
ilkesinden hareketle, varlığımızın yegâne sebebi olan îmân (ya da kulluk) vazîfemizin
merkezde olduğu bir hayat sistemi içerisinde, onu lâyık olduğu yere
konumlandırırız. Yettiği yere kadar kullanacağımız bu “düşünme” aracı akıl, “varlığın metafizik boyutu”nda yerini bir başka araca,
yani kalbe bırakabilmek durumundadır.
5.
Beşinci olarak; hakîkati keşf yolculuğumuzda bir
diğer yoldaşımız “kalb-i selîm”dir. Kalp, “Yeryüzü ve gökler
Beni içine almaktan âciz kaldı. Lâkin Ben, yumuşak huylu, halim-selim bir
mü’min kulumun kalbine sığdım.” müteşâbih hadîs-i kudsîsinin ifade buyurduğu üzere mekândan münezzeh
olan En Yüce (subhâneh)’nin biricik tecellîgâhıdır. Orası hubb-i dünya, makam,
şan, şehvet, mal hırsı ve bu gibi tûl-i emel ve kerîh eşyânın zelîl mevkîi
değildir. O; azîzdir, mukaddestir, fıtratın ve vicdânın Kâbe’sidir. Bu Kâbe’nin
tavafı, her zaman dilimi için elzemdir. İnsan denen sefîl varlığı, Müteâl’in
huzuruna çıkaran îman cevherini parlatan yegâne cilâ kalb-i selîmdir. İşte bu
yüzdendir ki akl-ı selîm ile yolunu bulan her bir sâlik, Hz. Mevlânâ’nın da
vecîz bir vech ile ifade ettikleri gibi “aklı satıp kalp satın almak”
durumundadır.
Bütün bunlardan sonra bil ki
varacağın yer kemâlâtın zirvesidir. Kur’ân’ın nûru ve firâsetiyle asra bakan
gözlerin, sahîh sünnetin gözlükleriyle uzakları yakın eden basîretin, îmanın
ziyâsıyla karanlıkları yarıp yok eden meş’alen, akl-ı selîm ve kalb-i selîmle
yoğrulan vicdânın, seni öteler ötesine takrîb edecek ve sen “Hazret-i İnsan”
olma şerefiyle “Yitirilmiş Cennetler”e vâsıl olmuş en muhterem bir bahtiyâr
olacaksın.
Bu azîz yolculuğunda, insanoğlundan
kalpleri mühürlenmiş ve bahtiyârlar kervanının birer mensûbu olmak yerine, bu
kervanın muhâlifleri arasında durmayı tercih ederek bahtsızlar dalgasının seline kapılıp gitmiş;
Müteâl ve yegâne varlığın takdir buyurduğu hayat serüvenini, Sırât-ı
Mustakîm’de ilerleyerek nihâyete erdirmek yerine, yer yer kendi irâde-i
cüz’iyyelerini esas hareket noktası kabul edecek kadar düşebilmiş kimselerden
uzak durmak borcundasın. Zira fıtratlarından ferâgat ederek sapkınlaşan bu
vicdân yoksunu kimseler, zaman içinde oluşturdukları mit ve efsânelerle yahut
da bilim kisvesi altına gizledikleri lâf u güzâflarla zihinler karıştırır ve
kalpler bulandırırlar. Bunun neticesinde ise doğruları çarpıtan bulanık
bakışlar, hakîkati işitmeyen mühürlü kulaklar; tefekkür, tezekkür ve tedebbür
yoksunu dimâğlar ve hayra muhâlif lâkırdılar telaffuz eden kirli dudaklar
başını alıp gider.
Sen; bu duruşunla, dikkatli ve
seçici okuyuşunla, derin anlayışınla asrı İslâm’ın gerektirdiği şekliyle önce
kendi beninde sonra ise bütün ümmetin vahdetinde imar ve inşâ edeceksin!
Hadi yürü, yolun açık olsun!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder